12 Mayıs 2024 - Pazar

Şu anda buradasınız: / HAKKINDAKİ RİVAYETLER ZEMİNİNDE ŞÂFİÎ’NİN AKİDEVÎ GÖRÜŞLERİ
HAKKINDAKİ RİVAYETLER ZEMİNİNDE ŞÂFİÎ’NİN AKİDEVÎ GÖRÜŞLERİ

HAKKINDAKİ RİVAYETLER ZEMİNİNDE ŞÂFİÎ’NİN AKİDEVÎ GÖRÜŞLERİ Prof. Mehmet Ali Büyükkara

İmam Şâfiî’nin akidevî görüşlerini yansıtan ona aidiyeti kesin bir metnin elimizde bulunmaması, bu büyük fıkıh âliminin inanç meseleleri hakkında hiç konuşmadığı anlamına gelmemektedir. Tıpkı Ebû Hanîfe ve Mâlik’in yaptığı gibi Şâfiî’nin de, döneminde ihtilaf mevzuu olan inanç konularına dair kendi görüşlerini bildirmesi, hangi tarafta olduğunu belirgin kılacak beyanlarda bulunmuş olması gerekir. Öyleyse Şâfiî’nin akidevî görüşlerini tespit için başvurabileceğimiz kaynaklar olarak geriye, ona dair menkıbeleri kaydeden eserler ile tabakât kitapları kalmaktadır. İbn Ebî Hâtim, Beyhakî ve Abbâdî’nin kitapları bu tür eserlerdendir. Bunlara ilaveten Âcurrî, İbn Batta, Lâlekâî, Herevî, İbn Kudâme gibi Ehl-i Hadis ulemasının itikat konuları üzerine yazdıkları eserlerde Şâfiî’den yapılmış nakiller bulunmaktadır. Onun sadece itikadî görüşlerini biraraya getirmeyi deneyen Hekkârî ve Berzencî’nin risalelerinin günümüze ulaşmış olması da ayrıca bir şanstır.2 Kuşkusuz ki tüm bu eserlerde Şâfiî’nin ağzından nakledilen rivayetlerin ona aidiyetine yine de şüpheyle yaklaşmak gerekir. Fakat bu nakiller arasında bir mutabakatın bulunması durumunda, yaşadığı dönem zarfında Şâfiî’nin ilişkileri ile, durduğu sosyal ve ilmî zemin de dikkate alınmak suretiyle onun akidevî görüşlerinin bir çerçevesini çizmek, bunun üzerinde bir inşa denemesinde bulunmak ve duruşunun adını koymak sanırız mümkün olacaktır.3 Ashâb-ı Hadîs’in Bir İmamı Olarak İmam Şâfiî ve Akidevî Görüşleri Mezhepler ve dinler tarihinin klasik kaynaklarından el-Milel ve’n-Nihal’in müellifi Şehristânî, Ehl-i Hadîs veya Ashâb-ı Hadîs denilen Sünnî çizgiyi şu şekilde tanıtmaktadır: “Ashâb-ı Hadîs, Mâlik b. Enes, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, Süfyân es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud b. Ali b. Muhammed elİsfehânî’nin taraftarlarından oluşan Hicaz ehlidir. Onlara, hadis tahsili, rivayet nakli ve dinî hükümleri naslar üzerine bina etmekle meşgul olmaları nedeniyle Ashâb-ı Hadîs adı verilmiştir. Onlar bir konuda bir haber ya da bir eser bulduklarında açık ve gizli kıyasa başvurmamaktadırlar”. Anlaşılacağı gibi bu çizgi, İmam Ebû Hanîfe’nin öncülerinden olduğu Ehl-i Rey denilen diğer Sünnî çizgiden usûl üzerinde farklılaşmaktadır. Yukarıda muhtasaran bahsettiğimiz kaynaklarda İmam Şâfiî’ye isnat edilen itikadi görüşler, Şâfiî için Şehristânî’nin tanımladığı mensubiyete tümüyle uygundur. Bu görüşleri birkaç başlık altında özetleyebiliriz: a. Tevhid ve Sıfat Hakkındaki Görüşleri: İmam Şâfiî’nin tevhidi ele alışının, Mutezile’nin Allah’ın zâtı ve sıfatları konusundaki kendisine has malum tevhid anlayışıyla bir ilgisinin bulunmadığını öncelikle belirtmek gerekir. Şâfiî, bu konuda İmam Mâlik’in tavrını benimsemiş, tevhid kavramının kelâm mevzuu yapılmasına karşı çıkmıştır. Şâfiî, kendisine tevhidin kelâmî yönünü soranlara Mâlik’in şöyle cevap verdiğini naklederek kendi kanaatini belirtir: “Nebî (a.s.)’nin ümmetine istincâyı öğretip de tevhidi öğretmemesi gibi bir durumu farzetmemiz muhaldir. (Öyleyse) İmam Şâfiî, Allah’ın isim ve sıfatlarının mahlûk (yaratılmış) olmadığı kanaatindedir. “tevhid, Nebî (a.s.)’nin, ‘lâ ilâhe illâllâh deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum’ sözüyle ifade ettiği şeydir”.4 Şâfiî, Cenâb-ı Allah’ın haberî sıfatlarını tevile başvurmadan ama keyfiyetsiz bir manada kabul etmektedir. Akıl O’nun zâtını ihâta edemeyeceğinden, sıfatlarında temsîl ve tahdîde gitmek caiz olmaz. Ona göre Allah, kendi semâsındaki arşının üzerindedir ve -bir hadis-i şerîfte belirtildiği gibidilediği keyfiyette dünya semâsına “inmektedir”. Söz konusu sıfatlar, bizzat Kur’an’da veya sahih bir nakil ile Hz. Peygamber’in hadislerinde geçtikleri için bu sıfatların reddi caiz olmaz. Mesela Allah, kendisinin “duyan ve gören” olduğunu bildirmiştir. “Bilakis O’nun elleri açıktır”. “Gökler O’nun sağ eliyle dürülmüştür”. “O’nun yüzü hariç her şey yok olacaktır”. “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabb’inin yüzü bâki kalacaktır”. Bu ayetlerdekine benzer şekilde bazı hadislerde Allah’ın “ayağıyla bastığı”, “parmağının olduğu” ve “güldüğü” belirtilmiştir. Bu ifadelerin geçtiği delillere rağmen bu sıfatları kabul etmeyenler küfre girmiş olmaktadırlar. İmam Şâfiî, Allah’ın isim ve sıfatlarının mahlûk (yaratılmış) olmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla Allah’ın kelâmının tecellisi olan Kur’an da mahlûk değildir. Mahlûk olduğunu söylemek Şâfiî’ye göre küfürdür. b. İmanın Mahiyeti Hakkındaki Görüşleri: İmam Şâfiî imanın hakikatının söz ve amelden ibaret olduğu inancındadır. Söz, asıl itibarıyla kalpte mevcut imanın (tasdîk) dil ile ikrârıdır. Amel de bunun tezâhürüdür. Ameli imanın bir cüzü kabul ettiği için, imanın artıp eksileceği fikrini benimsemiştir. Bununla birlikte, amelsizlikten dolayı yahut kebâir denilen büyük günahları nedeniyle tevhîd ehli olan bir kişinin tekfîr edilemeyeceğini söylemiştir. Talebesi Rebî’in rivayetine göre, kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a tahvili ile ilgili ayette geçen “Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir” ifadesiyle istidlalde bulunan Şâfiî, Kudüs’e dönük kılınan namazları zayi etmeyeceğini beyan eden Allah’ın bu namazları iman olarak isimlendirdiğini bildirmekte ve bu bağlantıdan hareketle iman-amel ayrılmazlığını ileri sürmektedir. c. Kazâ ve Kader Hakkındaki Görüşleri: İmam Şâfiî’ye isnat edilen aşağıda naklettiğimiz ifadeler, onun kader meselesi üzerindeki görüşlerini muhtasar olarak açıklar mahiyettedir: “Ben Allah’ın kazâsına, kaderine ve iradesine hem hayrıyla hem de şerriyle râzıyım. Hayır ve şer mahlûktur ve kullar üzerine takdîr edilmişlerdir. Allah’ın, küfrünü dilediği kimse küfre girer; imanını dilediği kimse iman eder. Allah (‘azze ve celle) şerre râzı olmaz, onu emretmez ve sevmez. Bilakis taatı emreder, onu sever ve ondan râzı olur. Muhammed (a.s.)’in ümmetinden iyilik sahibi insan kendi iyiliği ile cennete konulmaz; kötü insan da kendi kötülüğü ile cehenneme konulmaz. Allah irade ettiği şey üzere insanları yaratır. Allah kimi ne için yaratmışsa -bir hadiste geçtiği gibi- o şeyi ona müyesser kılar (kolaylaştırır)”.5 Yukarıdaki satırlar, eğer bunlar gerçekten kendisine ait ise, Şâfiî’nin kaza, kader ve kulların fiilleri meselelerinde açıkça cebri savunan bir pozisyonda durduğunu göstermektedir. Acaba Şâfiî, fiillerin oluşumunda ve bir kısım fiillerin neticesi olan uhrevî mükafat ve cezalarda insan iradesinin hiçbir dahlinin olmadığını mı düşünmektedir? Cevaben diyebiliriz ki, başvurduğumuz kaynaklarda Şâfiî’nin insana irade hürriyeti tanıdığına delalet eden bir sözüne rastlamasak da onun bir cebriye yanlısı olduğunu düşünmüyoruz. Zira Şâfiî cebir fikriyâtına yatkın sûfiyye cereyanlarınİmam Şâfiî imanın hakikatının söz ve amelden ibaret olduğu inancındadır. Söz, asıl itibarıyla kalpte mevcut imanın (tasdîk) dil ile ikrârıdır. Amel de bunun tezâhürüdür. Ameli imanın bir cüzü kabul ettiği için, imanın artıp eksileceği fikrini benimsemiştir. “ “dan birisine mensup değildi. O bir fakihti. Kanuni cezaları tayin edici bir mevkide bulunan müçtehit bir hukukçunun, bu cezaları icap ettiren irâdî mesuliyeti ve hürriyeti bütünüyle yok saydığını iddia etmenin tutarlı olmayacağı açıktır. Naklettiğimiz yukarıdaki satırların ise Kaderî ve Mutezilî iddialara cevap niteliğinde söylenmiş sözler olması ihtimalini önemsiyoruz. Yani Şâfiî belki de ifrat saydığı iddialara tefrit üslûbunda cevaplar vermişti. Yoksa kader meselesi hakkında son sözünü söyleme gayesiyle hususi ve etraflı bir beyanda bulunmuş değildi. d. Ahiret ve Ahvâli Hakkındaki Görüşleri: İmam Şâfiî, kıyamet alameti olarak Deccal’in çıkışına ve ölüm ile diriliş arasındaki kabir hayatına inanmaktadır. Kabirdeki azabın, münker ve nekîrin sorgularının hak olduğunu ifade etmektedir. Cennet ve cehennem yaratılmıştır. Mîzan, mahşerde hesap, havz ve sırat ahirette yaşanacaktır. Müslümanlardan büyük günah sahiplerine Hz. Peygamber’in şefaati haktır. Bu hususlara inanmamak ona göre Kur’an ve sünnete muhalefet etmekle eş anlamlıdır. Şâfiî, ruyetullâhı yani Allah’ın cennette müminler tarafından görüleceğini kabul etmektedir. Kafirlerin ahirette Rab’lerinden mahrum kalacaklarını haber veren ayet (el-Mutaffifîn: 15), Şâfiî’ye göre ruyetullâhı ispat eder. Eğer inanmayanlar O’nu görmekten mahrum kalacaklarsa, demek ki inananlar O’nu görebileceklerdir. e. Bid’atçı Saydığı Dini Gruplar Hakkındaki Sözleri: Kendisine atfedilen sözlere bakılırsa İmam Şâfiî’nin, bidatçı addettiği fırkalara karşı sert ve tavizsiz bir muhalefet sergilediği anlaşılmaktadır. Beyanlarıyla bu grupları kınamakla kalmamış, bunların mensuplarıyla sosyal ilişkilerin kesilmesi yönünde etrafındakilere çeşitli telkinlerde bulunmuştur. Mesela Şâfiî’ye göre Cehmîler’le kesinlikle konuşulmamalıdır. Mürciîlere ise belli ölçüde tolerans gösterilebilir. Şâfiî’nin diğer bir telkini bidatçıların arkasında namaz kılınmaması yönünde olmuştur. Anlaşılan o ki Şâfiî, bu hususta öncelikle Kaderîlerin durumuna işaret etmiştir. Onların müslüman ümmetin mecûsîleri olduğunu bildiren bir hadise dayanarak arkalarında namaza durulmamasını, hatta onlarla evlenilmemesini emretmiştir. Namazla ilgili nehyin kapsamına bir başka rivayette Mürcie ve Şia mensupları da dahil edilmiştir. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’in hilafetini meşru saymayanlar, Şiî Râfizîlerdir. Bidatların en yoğun yaşandığı fırkalaşma olarak Râfizîliğe işaret eden Şâfiî, yalan şahitlik hususunda bu fırkanın diğer fırkaları geride bırakmasının böyle bir sonuç doğurduğunu düşünmektedir. f. İmamet Konusundaki Görüşleri: Hulefâ-i Râşidîn’nin yönetim sırası aynı zamanda fazilet sırasıdır. Bu dönemde müslümanlar kendi içlerinden en hayırlılarını seçerek yönetime getirmişlerdir. Şâfiî meşru yöneticiye silahlı isyanı caiz görmez. Sâlih yahut fâcir olsun müslümanların meşru yöneticisinin emri altında cihat etmek, onların arkasında Cuma ve bayram namazlarını kılmak, onların ıslâhı ve iyilikleri için dua etmek lazımdır. Şâfiî’nin bir Ehl-i Beyt isyanına karışmış olması, ona Şiîlik ithamında bulunanların gerekçesi olmuştur. Mesela İbnü’n-Nedîm Fihrist’inde, Şâfiî’de “Şîa’ya kuvvetli bir meyil” olduğunu söyleyecektir. Bu ithamın kaynağı olan bir olay gerçekten vuku bulmuştur. Şâfiî otuzlu yaşlarındayken Necran’daki memuriyeti sırasında bir Alevî ayaklanmasına destek verdiği suçlamasıyla tutuklanıp Rakka’da Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkartılmış, bir müddet hapis yattıktan sonra Hanefi imam Muhammed eş-Şeybânî’nin aracılığı ile affedilmiş ama kendisiyle beraber tutuklanan dokuz kişi idam edilmişti.6 Şâfiî’nin yargılanmasına sebep suçlamanın bir iftira olduğunu söyleyen Beyhakî eğer haklı ise, onun Şiîliği ile ilgili bir ithama zaten mahal kalmamaktadır. İsyana bir şekilde karışmış olması durumunda bile tek başına bunun bir Şiîlik alameti sayılması haksızlık olacaktır. Bir Râfizî aleyhtarı olduğuna dair ondan nakledilen sözler ve Hz. Ebûbekir ile Hz. Ömer’i Hz. Ali’ye tafdîl ettiğine dair rivayetler, Şâfiî’nin akidevî açıdan bir Şîa bağlısı ya da sempatizanı olmadığını göstermektedir. Alevî lidere destek vermesi ise olsa olsa bu liderin siyasi davasına duyduğu ilgi ile açıklanabilir. Nitekim Dîvân’ında ondan nakledilen bazı şiirlerde, Ehl-i Beyt’e yönelik güçlü bir muhabbetin bariz izleri görülmektedir. g. Kelâm Aleyhtarlığı: Şâfiî’den kelâm aleyhine nakledilen sözlerden bazıları şunlardır: “İnsanlar eğer kelâmda ne olduğunu bilselerdi, arslandan kaçtıkları gibi ondan kaçarlardı”. “Kelâm ashâbı hakkındaki hükmüm, onların sopalarla dövülmeleri, develer üzerine bindirilip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırılmaları, sonra da ‘Kitap ve Sünnet’i bırakarak kelâma başvurmanın cezası işte budur’ diye arkalarından nida edilmesidir”. Bu sözlerindeki hassasiyetin dışarıya vuran bir neticesi olarak Şâfiî, bidatçılara karşı gösterdiği tavrın bir benzerini göstererek kelâm yapılan meclislere iştirak etmemiş, mecburi beraberlik durumunda ise insanlardan kelâm konuşmayı bırakmalarını talep etmişti. Fıkıh ile kelâmı mukayese eden Şâfiî, kelâm yapmanın içerdiği risk ve tehlikeleri fıkıh ilminin içermediğini söylemiştir. Kendisine kelâmî bir meseleyi soran talebesi Müzenî’ye verdiği şu cevap manidardır: “Bana yanıldığımda “küfre girdin” değil de “hata ettin” diyebileceğin bir konuda soru sor!”. Daha çok Mutezile âlimleri elinde ikinci hicrî asrın başlarından itibaren dini anlama ve yorumlama usûlü olarak geliştirilip uygulanan kelâm, demek ki Ashâb-ı Hadîs’e mensup birçok âlim gibi İmam Şâfiî’nin de tepkisini çekiyordu. Zannediyoruz ki İmam Şâfiî’nin kelâm ile olan sorunu, kelâmcıların naslar yanında aklı da bir hüccet olarak muteber sayan prensiplerinden kaynaklanmamaktaydı. O bu prensipten ziyade bu prensip etrafında teşkil edilen usûlün neticelerini hatalı buluyordu. Akıl ile çelişmesi durumunda nassın zâhiri manasının terkedilerek tevile gidilmesi, âhad haberlerin ihmali, sıfâtullâh hakkında ihdas edilen tartışmalar, ilahî takdîrin inkarı, şefaatin reddi gibi meseleler, bir çok alim gibi Şâfiî’yi de kelâm usûlüne ve kelamcılara karşı tavır almaya sevketmişti. Sonuç İmam Şâfiî’nin söz ve beyanlarından onun kendisini Ashâb-ı Hadîs içerisinde kabul ettiği anlaşılmaktadır. Haberî sıfatları naslarda geçtiği şekilde anlaması ve keyfiyetlerine dair ilave beyanda bulunmaması, ameli imandan sayması, imanda artma ve eksilmenin olduğunu söylemesi, fiillerin arkasındaki irâdeyi Allah’a atfetmesi, bidatçı fırkalara karşı sert muhalefeti ve kelâm aleyhtarlığı hakkında ondan nakledilen sözler, söz konusu mensubiyeti doğrular mahiyettedir. Fakat ortaya çıkan netice ne yönde olursa olsun, onun akidevî duruşuna dayanak olan rivayetlerin, ondan gelen fıkhî rivayetler kadar sağlam olmadığı kesindir ve bu nedenle belli bir ihtiyat payının her zaman hesaba katılması gerekir. Bu ihtiyatın asıl nedeni ise er-Risâle ve el-Ümm sıhhatinde bir eserin akidevî konularda ondan nakledilmemesidir. Yazarı olarak bazı kaynaklarda Şâfiî’nin adını taşıyan el-Fıkhü’l-Ekber adlı akide risalesinin ona aidiyeti sahih değildir. Fakat müteahhir âlimlerin kaleminden çıkan çeşitli akâid, menâkıb ve tabakât kitaplarında ona isnat edilen inanç konularına ait mahdut miktardaki sözler birbirleriyle ahenk halindedir ve onun fıkıh alanında olmasa bile itikatta tam bir hadis taraftarı olduğunu göstermektedir. Ancak bu mensubiyeti usulsüzlüğü ve ölçüsüzlüğüyle maruf haşviyye aşırılığını ihtiva etmemektedir. Ona akidevî mevzularda isnat edilen sözlerin râvîleri arasında Ebû Sevr gibi kavlü’l-kadîm, Müzenî ve Rebî’ gibi kavlü’l-cedîd talebelerinin birlikte bulunması ve bu rivayetlerin birbirleriyle mutabık olması, onun mezhebinde vuku bulan fıkhî konulardaki eski-yeni farklılaşmasının akidevî konularda vuku bulmadığını akla getirmektedir. * İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi. 1. Ebû’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Hekkârî, İ’tikâdü’l-İmâm Ebî Abdillâh Muhammed b. İdrîs eş-Şâfi’î el-Muttalibî, [Mecmû’un fîhi Selâs Resâil, thk. Abdullah b. Sâlih elBerrâk, Riyad, 1419/1998] içinde III. Risale; Muhammed b. Resûl el-Hüseynî el-Berzencî, ‘Akîdetü’l-İmâm Nâsır el-Hadîs ve’s-Sünne Muhammed b. İdrîs eş-Şâfi’î, Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’nın Kitâbü’l-İ’tikâd’ı ile birlikte, thk. Muhammed el-Humeyyis, Riyad, 1426/2005. 2. İmam Şâfiî’nin akidevî görüşlerini muhtasar olarak vermeyi amaçlayan bu yazımızın kaynak referanslarıyla beraber daha detaylı hâlî için şu çalışmamıza başvurulabilir: Mehmet Ali Büyükkara, “Kendisine Atfedilen Sözler Zemininde İmam Şâfiî’nin Akidevî Görüşleri”, Uluslararası İmam Şafii Sempozyumu, ed. Mehmet Bilen, İstanbul, 2012, s. 331-357. 3. el-Hekkârî, İ’tikâd, 26-7. 4. el-Hekkârî, İ’tikâd, 17; el-Berzencî, ‘Akâid, 91-2. 5. bûbekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, Menâkıbü’şŞâfi’î, Kahire, 1971, c.1, s. 112, 127, 138, 142-3, 151.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul